Ne Şampiyonlar Ligi haftasıydı ama. Dört maçı da saniye sek-tirmeden, ekrana mıhlanmış bir şekilde seyrettim, her gün olsun, her gün gene seyrederim. Futbol denen oyuna bu yüzden tapmıyor muyuz? Ama işte, bu maçları seyretmek çok da iyi olmadı. Onları gördükten sonra pek bi’ Süper Ligimize nasıl döneceğiz?
O acı soruyu sormayan kaldı mı? Bunların oynadığı futbolsa biz her hafta ne izliyoruz?
Üstelik söz konusu olan sadece futbol ziyafeti de değildi. İbrahimoviç’in maç öncesi açıklamasını gördünüz mü? “Tüm dünyaya iki güzel maç izleteceğiz. Oynamasam, ben de bu maçı izlemek isterdim. Bence futbol, bu iki takımın oynadığı gibi oynanmalı” diyordu İsveçli. Öyle de oldu. Sadece sürreel Arsenal-Barcelona maçı da değil. En az ilgi çeken Lyon-Bordeaux maçında iki takım da kaleyi bulan 7 şut attı ve maçın ritmi neredeyse Arsenal-Barça maçına yakındı. En sıkıcı olması muhtemel Inter-CSKA karşılaşması sonrası ne diyordu Mourinho: “Maç öncesi 1-0’a razıydım, maç sonunda yazık oldu diye düşündüm.” Üzerine en çok yazılıp çizilen maç ise Bayern-Man. United oldu. Simon Kuper, Banu’nun nefis çevirdiği yazıda Van Gaal güzellemesi yaptı. Yetmedi, BBC’nin internet sitesinde iki kulübün yapılarını karşılaştıran müthiş bir analiz yer aldı (http://tinyurl.com/yh4bbcf).
Üstelik James Skinner o yazıda basbayağı Bayern’i övüyordu: “Man. Utd. 800 milyon avroyu geçen borçla boğuşurken, Bayernliler 12 avroya dünyanın en iyi stadında Robben gibi yıldızları izliyorlar.”
Hadi bu yaklaşım farkı, futbol kültürü falan. Peki taraftar farkı ne olacak? Henry’yi maça girerken alkışlayan, sonra ayağına top geldiğinde yuhalayan, sonra maç sonrası alkışlayan
Arsenal taraftarı da bir şey anlatmıyor mu? “Seni severiz, ama sahada rakibimizsen yuhlarız, maç sonrası da vefamızı gösteririz.”
O acı soruyu sormayan kaldı mı? Bunların oynadığı futbolsa biz her hafta ne izliyoruz?
Üstelik söz konusu olan sadece futbol ziyafeti de değildi. İbrahimoviç’in maç öncesi açıklamasını gördünüz mü? “Tüm dünyaya iki güzel maç izleteceğiz. Oynamasam, ben de bu maçı izlemek isterdim. Bence futbol, bu iki takımın oynadığı gibi oynanmalı” diyordu İsveçli. Öyle de oldu. Sadece sürreel Arsenal-Barcelona maçı da değil. En az ilgi çeken Lyon-Bordeaux maçında iki takım da kaleyi bulan 7 şut attı ve maçın ritmi neredeyse Arsenal-Barça maçına yakındı. En sıkıcı olması muhtemel Inter-CSKA karşılaşması sonrası ne diyordu Mourinho: “Maç öncesi 1-0’a razıydım, maç sonunda yazık oldu diye düşündüm.” Üzerine en çok yazılıp çizilen maç ise Bayern-Man. United oldu. Simon Kuper, Banu’nun nefis çevirdiği yazıda Van Gaal güzellemesi yaptı. Yetmedi, BBC’nin internet sitesinde iki kulübün yapılarını karşılaştıran müthiş bir analiz yer aldı (http://tinyurl.com/yh4bbcf).
Üstelik James Skinner o yazıda basbayağı Bayern’i övüyordu: “Man. Utd. 800 milyon avroyu geçen borçla boğuşurken, Bayernliler 12 avroya dünyanın en iyi stadında Robben gibi yıldızları izliyorlar.”
Hadi bu yaklaşım farkı, futbol kültürü falan. Peki taraftar farkı ne olacak? Henry’yi maça girerken alkışlayan, sonra ayağına top geldiğinde yuhalayan, sonra maç sonrası alkışlayan
Arsenal taraftarı da bir şey anlatmıyor mu? “Seni severiz, ama sahada rakibimizsen yuhlarız, maç sonrası da vefamızı gösteririz.”
Biraz da istatistik veri. Son Galatasaray-Fenerbahçe maçında kaleyi bulan sadece 5 şut vardı. Şampiyonlar Ligi çeyrek finallerinde ise ortalama 15 şut izledik. Bu sene izlediğimiz İstanbul derbilerinde 10’u bulan çok az. Lig lideri Bursaspor’un son 10 maçta kaleyi bulan şut ortalaması ise 5’i zor buluyor. Hadi bunlar futbol karakteriyle ilgili olsun. Maçlar sırasında Infostrada’nın geçtiği verilere ne demeli? İlk maçın 2-2 bitmesi durumunda (233 kez olmuş) konuk ekibin turu geçme oranı yüzde 83,7’miş. Kendi kalelerine golleri saymazsak, Cesc’in attığı golden önce, Barça’nın Şampiyonlar Ligi’nde bir İspanyol’dan yediği son gol Raul’un 2002’de attığıymış. Inter’in CSKA maçındaki ilk 11’nin yaş ortalaması 30,7’ymiş ve bugüne dek Şampiyonlar Ligi’ndeki en yaşlı İtalyan kadrosuymuş. Zlatan Şampiyonlar Ligi’nde ilk kez bir İngiliz takımına gol atmış. Vesaire, vesaire...
Bütün bunları koyun bir kenara. Asıl sormamız gereken soru, bir Zihni Sinir sorusu: Nasıl oluyor da oluyor? Sadece saha içinden de bahsetmiyorum. Medyasıyla, taraftarıyla, teknik kadrosuyla nasıl oluyor da bu işi bir festivale dönüştürüyorlar? Nasıl yapıyorlar da maçlar başlamadan havası sarıyor ortalığı? Fransız ortak yapımı Lyon-Bordeaux eşleşmesi ayrı bir tattan yürüyor, Alman-İngiliz kapışması çeşitli analiz-lerle zenginleştiriliyor, Mourinho’yu dinlemeden maçı izlemiyoruz, assolist olarak da Arsenal-Barcelona maçı tüm şaşaasıyla bizi ekrana kilitliyor. Sahada top koşturan Makedon’u, Korelisi, Kamerunlusu, Türk’ü, Rus’u, Arjantinlisi, Faslısı, Boşnağı nasıl oluyor da hem hal ve tavırla, hem de terinin son damlasıyla bu havanın bir parçası olmak için didiniyor? Pandev, Park Ji-Sung, Song, Arshavin, Krasiç, Hamit, Chamakh, Pjaniç doğuştan mı edindiler bu futbol kültürünü?
Önceki gece, maç sırasında Twitter’a göz atıyordum. İşin dalgasını geçtik bir sürü insanla birlikte. Arsenal-Barcelona bizde oynansaydı ne olurdu, diye sorduk. Alın size muhtemel tartışmalar:
Bütün bunları koyun bir kenara. Asıl sormamız gereken soru, bir Zihni Sinir sorusu: Nasıl oluyor da oluyor? Sadece saha içinden de bahsetmiyorum. Medyasıyla, taraftarıyla, teknik kadrosuyla nasıl oluyor da bu işi bir festivale dönüştürüyorlar? Nasıl yapıyorlar da maçlar başlamadan havası sarıyor ortalığı? Fransız ortak yapımı Lyon-Bordeaux eşleşmesi ayrı bir tattan yürüyor, Alman-İngiliz kapışması çeşitli analiz-lerle zenginleştiriliyor, Mourinho’yu dinlemeden maçı izlemiyoruz, assolist olarak da Arsenal-Barcelona maçı tüm şaşaasıyla bizi ekrana kilitliyor. Sahada top koşturan Makedon’u, Korelisi, Kamerunlusu, Türk’ü, Rus’u, Arjantinlisi, Faslısı, Boşnağı nasıl oluyor da hem hal ve tavırla, hem de terinin son damlasıyla bu havanın bir parçası olmak için didiniyor? Pandev, Park Ji-Sung, Song, Arshavin, Krasiç, Hamit, Chamakh, Pjaniç doğuştan mı edindiler bu futbol kültürünü?
Önceki gece, maç sırasında Twitter’a göz atıyordum. İşin dalgasını geçtik bir sürü insanla birlikte. Arsenal-Barcelona bizde oynansaydı ne olurdu, diye sorduk. Alın size muhtemel tartışmalar:
“Guardiola adam değil, gitti maçı kendi eliyle verdi.” “Messi’yi de gördük, büyük maçların küçük oyuncusu.” “Xavi’yle oynadıktan sonra ben de gol atarım.” “Arsenal kalesine kara büyü yapılmış.” “Wenger Efendi, o kadar genç ve tecrübesiz bir kadroyla ancak bu kadar işte.” “Arsenal’de İngiliz yok, ruh yok.” “Guardiola’da taktik zekâ sıfır. 2-0’dan sonra oyunu tutamadı.” Bu böyle uzar gider. Mourinho’ya geç değişiklik yaptı diye kızarız biz. Bayern’e o kadar para harcıyorsun, stoperlerin bu mu, deriz. Chamakh’a “O golleri bu maçta da atamayacaksan neden kap-tanlık pazubandı takıyorsun” diye sallarız. Skoru koruyamayan Blanc’a stajyer, Ferguson’a bunak muamelesi çekeriz. Sadece medya değil, antrenörü de aynı yorumu yapar, başkanı da, taraftarı da. Ama götürün koyun bizden birini Arsenal tribününe, bir anda âkil adama döner. Barça koltuğuna otursun teknik direktörlerimiz, hemen felsefeye başlar. Köşe yazarımızdan Guardian yazı istesin, bütün istatistiklerin altını üstüne getirir.
Futbol kültürü dediğimiz tam da budur işte. Gelişmişse bozuk olanı da düzeltir, geri kalmışsa düzgün olanı da bozar. Çok değil iki sezon önce, Fenerbahçe de aynı sahnede yer tutmuşken, biz Zico’nun yeteneklerini tartışıyorduk, Guardian ise Brezilyalı efsaneyle bizim yapamadığımız röportajı yapıyordu. Daha ne denir ki?