Yıl 1946... İkinci Dünya Savaşı’nın sonları...
İşte bu yıllarda Lefter ‘büyük F.Bahçe’ takımına katıldı. Bütün yiyecek maddeleri, ekmek bile karneyle satılıyor.
Bereket teknik direktörümüz İngilizdi. Bize ağır işçi karnesiyle devamlı olarak ekmek getirirdi. Yani biz, ekmek arası kıkırdakla, tabii Lefter de Büyükada’da yediği hamsi ve istavritle hayatını sürdürüyordu.
İşte bu şartlarda yetiştik. Lefter’i bu sıralarda arkadaşları getirdi F.Bahçe’ye. Şişli formasıyla Beyoğlu’na karşı oynadıkları bir maçta Lefter’i gördüm ve bu karşılaşmada Lefter, beş rakibini sanki ipe dizercesine geçti, golünü attı. Dondum kaldım. Biz kendimizi büyük futbolcu zannederdik, o bizden büyükmüş.
Savaş yılları bitti. Lefter’le yan yana oynamaya devam ettik. Milli maçlarda da birlikte forma giydik. 1948’te Yunanlarla Atina’da ve de Avusturya ile Dolmabahçe Stadı’nda yan yana top koşturduk. İkimiz çok iyi anlaşırdık. İsimlerimiz adeta yan yana konuşuluyordu. Sonra Lefter İtalya’ya gitti. Kadere bakın ki İtalya’dan dönüşte benim antrenörlük yaptığım F.Bahçe’de ikinci kez oynama fırsatı buldu. Ve yine kadere bakın ki Lefter’in futbolu bırakması da benim zamanımda oldu.
Bir insana kolay kolay Ordinaryüs lakabı verilmez. Herkese bu unvan yakıştırılamaz ama ben daha da ileri gidiyorum ve Lefter’e oynadığı ahenkli futbol karşısında “Futbolun Mozart’ı” diyorum. Lefter’in büyüklüğü öyle başka kimselere benzemez. Futbolda ne kazandı, ne yaptı bilemiyorum ama kazandığı tek şey var. Türkiye’de Lefter’e karşı aşkı sönmeyecek milyonlarca taraftar var. Bundan büyük kazanç mı olur? Türk spor camiasının başı sağ olsun. Lefter’in toprağı bol olsun. İnşallah bundan böyle de Türk futboluna Lefter gibi büyük yetenekler gelir.
Hem Ordinaryüs, hem Mozart’tı
15 Ocak 2012 12:12