Söz uçar yazı kalır denir. Pek doğru bir tanımlamadır. Bir yerlere not etmediyseniz aklınızdan uçar gider; fikirler, tecrübeler, hesaplar, kitaplar..
Bilmiyorum kaçıncı kez yazılıyor bu terane. Herkes yazıyor; Top oynamadan yazar olanlar, top oynayıp yazmaya çalışanlar. Avrupa'yı bilenler, Türkiye'yi tanıyanlar. Herkes yazıp çiziyor. Futbol oyununda başarmanın ilk kuralı koşmaktır. Beşiktaş'ın bir önceki yönetiminde yer alan Metin Keçeli takımın oyununu değerlendirirken hiç sapa yola, politikaya kaçmadan söylemişti düşündüklerini: "Takımın koşması lazım koşmadan olmaz!.."
Hamit Altıntop, TT Arena'daki bir maçın ardından 'Ben sakatlıktan yeni çıkmış halimle koşarken..' diye başlamamış mıydı söze?
Fernandes'in İBB maçındaki muhteşem oyununun içinde öyle bir deparı var ki, bizim ülke için sıradışı, dünya için sıradan!
Neden? Çünkü bir "yıldız adam koşmuyor ama takıma büyük katkısı var" söylemi tutturulmuş ve yıldız adamın koşmadan oynaması öylesine kanıksanmış ki! hayretler içinde kalıyorsunuz biri koşup topu yakaladığında..
İşte size topu iyi saklayan, oyunu dinlendirebilen, milimetrik paslarını hem havadan hem yerden kusursuz kullanabilen ve hatta koşan futbolcu. Adı Manuel Fernandes..
Maçın ilk düdüğü çaldığında öylesine konsantre oluyor ki işine, onun için mesai bitimi son düdük ve o ana kadar kendisini tribünde oturanlar için koşmak üzere programlamış. Önde başlıyor, top öne doğru oynandığında sürekli olarak aktif bölgede bulunmaya çalışıyor. Saklanmayı değil, ortalarda dolaşmayı yeğliyor. Atmaya çalışıyor. Atamazsa bir ara pasıyla attırıyor. Oyunun boyu kısalınca geri geliyor. Topun aktif oynandığı bölgenin içinden dahil oluyor oyuna. Varlığında aferin alıyor ama yokluğunda yıkılıyor dünya. Koşan futbolcu. Adı Johan Elmander.. Hafta hafta illa birilerini öne çıkarmak yerine, artık 32'nci haftaya gelinmişse büyük resmi basmak gerekiyor sayfalara sanırım.
Lugano olmayınca fena aksayan Fenerbahçe savunması (sadece savunma mı oyun stratejisti eksikliği) yukarıdaki iki örneğin tamamlayanıdır.
Kaleci bahsini pas geçelim..
Her seneden bir ders çıkarmak, yabancı oyunculara verilen paranın karşılığını almanın en temiz yoludur. Milli takımların yenilenmesi mevzuu bizde konunun hiç ilerlemediği bir dizi film gibi oldu. Her gelen aklın başka bir yöntemi var. İş başlıyor, bitiyor. Sonra iş tekrar başa düşüyor. Şimdi yeni bir dönemdeyiz (yeniden)
Bir türk futbolcu modeli yaratmaya mecburuz. Hamit Altıntop kadar bizi tanıyan ama bizim olmayı hedeflediğimiz yerde duran kim var? Yani onun söylediklerinden gocunmayız herhalde..
Türk futbolcusunun yeni prototipi koşan adam olmalıdır. Tıpkı Elmander gibi görev bölgesinin dışında topa yakın, oyunun hep içinde kalan adam. Buna kötü örnek Q7'dir mesela derslik olması bakımından..
Tıpkı Fernandes gibi, topu takip eden, iyi pas yapan, oyuna konsantre olduğunda harikalar yaratan. Lugano gibi mesela gözleri açık oyunu izleyen, kademeci, derinlikçi, gerektiğinde sert, hep ileride golcü ve stratejist.. Biri bu yıl gitti Türkiye'den kulübü yerini dolduramadı. Biri yeni geldi Türkiye'ye kulübü o olmayınca sahada irtifa kaybediyor. Biri geçen yıl geldi geç açıldı, kulübün en değerlisi oldu 10 haftada..
Üçünün bir arada olduğu takım rüya takım mıdır? Bilinmez! Fakat öylesine açık ki! Türk Milli Takımı'nın Lugano gibi bir savunmacı, Fernandes gibi hücumcu bir ortasaha, Elmander gibi orta sahacı forvet ihtiyacı var.
Her şeyden öte koşan, yorulmayan, kaprisi, nazı olmayan ve belki de en önemlisi oyun stratejisi olan..
Ey ahali! Türk Milli Takımı için önümüze gelen prototip adamları ıskalamayın.
Niye yazıyoruz ki? Milli Takım, milli futbolcu karakteri, ülke futbolu, ülke ekolü kimin umurunda zaten!
SEPARATION
1998 yılında İran Milli Takımı'nı Dünya Kupası'nda takip etmiştik. Çok etkilendiğim, oyunu dışında seyircisinin tutkusundan sık sık bahsettiğim bir futbol ülkesi İran.. 98'in siyasal şartları altında hem sahadaki Amerika maçı, hem saha dışındaki spor eksenli siyasal seyirci hareketi başlı başına bir yazı konusu ve sanırım yazarın hazırladığı kitapta ağırlıklı olarak yer alacak.
Son olarak Oscar kazanan Separation filmi ise İran'ın çelişkilere bakış açısı, Fars kültürünün dinamizmi açısından yakalıyor bizi.
İran'da yabancı oyuncuların büyük paralarla oynadığını göremezsiniz. Ama birçoğu bizim ligin yıldızı olabilecek seviyede. Tabii konumuz bu değil!
İran'ın Persepolis takımını çalıştıran Mustafa Denizli geçtiğimiz günlerde Asya Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yolunda evinde önemli ve farklı bir galibiyet aldı. Takım, hocanın gelişinden bu yana puan tablosunda yukarılara çıkıyor. Hoca, sadece spor basını değil, İran'daki kültürel tüm faaliyetlerin içinde.. TV onun görüşlerini sadece futbol üzerinden değil, sinema ve sanat üzerinden de almayı, konuk etmeyi ve dinlemeyi tercih ediyor. Yani her açıdan bakılıyor diyebiliriz hayata..
Asya Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu hocanın hedefleri arasında şüphesiz. Bizi konunun esas ilgilendiren yanına geliyorum. Persepolis Asya Şampiyonlar Ligi ikinci maçında Birleşik Arap Emirlikleri'nin El-Shabab takımını 6-1 yenerek Tahran'ı sokağa döktü. Tribünlerde tam 80 bin seyirci vardı. Bir o kadarı da maça giremedi. Üstelik İran, Nevruz Bayramı'nı kutluyordu ve Tahran'da kimsecikler kalmamış, herkes tatile çıkmıştı.
Böylesine bir seyirciyi tribünlere çeken ülkenin gerçek futbol ülkesi olması kadar doğru bir tanımlama olamaz. İşte Denizli öylesine önemli bir futbol ülkesinde çalışıyor. Hoca'yı kısa süreliğine geldiği İstanbul'da bulmuşken bu kadar büyük ilginin olduğu yerde basının tavrını ve büyüklüğünü soruyoruz.
Tiraj, tutum, eleştiriler, baskı, şiddet, magazin vs. gibi.. "İran'da tirajları 75 bin ile 400 bin arasında değişen tam 15 günlük gazete çıkıyor."
Başka şey anlatmasına gerek yok zaten, konuyu değiştiriyoruz.
Okuyorsak, tartışıyoruz, doğru yolu buluyoruz.
Rakamları hiç kıyaslamayın.
Sadece Separation !
Fernandes,Elmander,Lugano
28 Mart 2012 12:34